Bilim, “bilmek” demektir. Benzer şekilde İngilizcedeki “science” kelimesi de Latincedeki scientia (bilgi) veya scire (bilmek) sözcüğünden gelir. Bilimi net olarak tanımlamak genel olarak zordur; ancak tanımı gereği bilim, inanç veya vahiy yoluyla değil, deney ve gözlem yoluyla sistematik bir şekilde bilgi inşa etme işidir. Bu bakımdan bilim, en küçük atomaltı parçacıklardan en büyük galaksi kümelerine kadar, fiziksel ve doğal dünyanın yapısını ve davranışlarını gözlem ve deney yoluyla, sistematik bir şekilde inceleyen, entelektüel ve pratik bir faaliyettir.
Bilimsel süreç, varmak istenen sonuçlar önceden belirlenip, sonrasında o sonuçlara götürecek bulgular aramak yoluyla yürütülmez. Tam tersine, henüz cevabı bilinmeyen bir konu hakkında veri toplayıp, bu verileri olabildiğince bütüncül olarak açıklayacak hipotezler geliştirme işidir. Üstelik eldeki verileri açıklayan hipotezler (örneğin “Limon kansere iyi geliyor olabilir” gibi bir hipotez), sırf ileri sürüldü diye kabul görmez. Tam tersine, bilimde ileri sürülen her pozitif iddianın öncelikle tersi doğru varsayılır (“Limon kansere iyi gelmez”). Buna bilimde “boş hipotez” denir. Bilim insanları, bu boş hipotezi çürütmeye çalışırlar, çünkü eğer onu çürütebilirlerse orijinal iddia zaten ispatlanmış olur ve gerçek ortaya çıkar. Ama eğer ne kadar uğraşırsak uğraşalım bu boş hipotezi çürütemiyorsak, o hipotezin doğru olmadığını varsaymaya devam ederiz (yani boş hipotezi temel almaya devam ederiz) ve bu sayede kendimizi limonun kansere iyi geldiği konusunda kandırmamış oluruz – ki limon, kansere iyi gelmez.
Anlayacağınız, bilim camiasındaki en büyük korku, kendini kandırma korkusudur. Çünkü insanlar, böylesine muazzam karmaşıklıkta evreni bir bütün olarak anlamlandıramazlar. Bu nedenle merak duygularını bastırabilmek için açıklamalar uydururlar (veya akıllarına yatan ilk açıklamaları “doğru” bellerler). Ancak bir gizemle ilgili aklımıza yatan ilk çözüm nadiren gerçek cevaptır. İşte bilim, insanı bu kendini kandırma döngüsünden kurtarmak amacıyla felsefenin bir dalı olarak doğmuş bir bilgi türüdür.
Bilimde boş hipotezi yanlışlanan, dolayısıyla belli bir doğrulama değerine ulaşmış hipotezlerin bir araya getirilmesiyle teoriler inşa edilir. Teoriler, doğada olan bitenin neden ve nasıl o şekilde olduğunu açıklayan bilimsel izahlar bütünüdür. Yani yasalar bize doğada “ne” olduğunu söylerken, teoriler bize o yasaların “neden” ve “nasıl” o şekilde çalıştığını anlatır. Bir diğer deyişle bilim, sadece pul koleksiyonu yapar gibi “gerçek koleksiyonu” yapmak demek değildir. O gerçeklere yönelik izahlar geliştirmemiz, Evren’in bir kısmına yönelik soru işaretlerini bir bütün olarak açıklayabilmemiz gerekir. Bilme, ancak bu tür bir kavrayışla mümkün olur. Veya Albert Einstein’ın sözleriyle:
Bilimin en nihai amacı; en az sayıda hipotez ve varsayımla, mantıksal çıkarımlardan gelen en fazla sayıda deneysel gerçeği kapsamaktır.
Bilimin özellikleri
Bilim yolculuğu
Bu bağlam bilgisi çerçevesinde, bilimin birtakım temel özelliklerinden söz etmek mümkün: Her şeyden önce bilim, olgusal bir uğraş. Her şey bilimin konusu değildir; bir konunun bilimin sınırlarında olması için doğrudan veya dolaylı olarak ölçülebilir/gözlenebilir yapıda olması gerekir. Örneğin atomun parçalanıp parçalanamayacağı veya yıldızların doğum anında gökyüzündeki pozisyonlarının insanın kişiliğini etkileyip etkileyemeyeceği gibi konular, bilimsel olarak araştırılabilir konulardır. Atomun parçalanabileceğini, yıldızların konumununsa kişilik üzerinde hiçbir etkisi olmadığını biliyoruz. Ancak atomun parçalanması gerçeğinden doğan atom bombasının bir savaşta kullanılıp kullanılmaması gerektiği veya astroloji gibi sahtebilim türleriyle insanları kandıranların hukuki olarak yargılanıp yargılanmaması gerektiği bilimin konusu değildir. Bu nedenle bilimin dışında kalan (veya henüz bilimin erişebileceği sınırlara girmemiş) konuları rasyonel bir şekilde değerlendirmek için felsefe eğitimi önem arz eder. Öte yandan Evren’in bir simülasyon olarak bir über-medeniyet tarafından yaratıldığı iddiası, bilimsel olarak test edilebilir yapıda olmadığı için bilimin ilgi alanında değildir (ama tabii ki simülasyon hipotezi denen bu konu, felsefeyle de ilgilenen bilim insanlarının üzerine kafa yormaktan hoşlandıkları bir konudur).
Benzer şekilde bilim, eldeki konuları mantıksal ve objektif bir şekilde inceleyen bir bilgi türüdür. Kişilerin arzu ve isteklerinin konuyu bulandırabileceği bilindiği için, bilim içine yerleştirilen akran denetimi gibi mekanizmalar bilimi olabildiğince tarafsız yapmayı hedefler. Elbette, en nihayetinde insanlar tarafından icra edildiğinden ötürü bilimin mutlak olarak objektif olduğu söylenemez; fakat bilim, bu öznellik zaafının farkında olan, bununla aktif bir biçimde mücadele eden bir topluluk tarafından icra edilir. Burada bireysel ve kitlesel zaaflara kulak tıkanmaz, onların sonuçları etkilemediğinden emin olunmaya çalışılır.
Bilimle ilgili olarak anlaşılması gereken bir diğer nokta, bilimin tutku ve merakla tetiklenen, uzun ve zorlu bir yolculuk olduğu gerçeği. Oturduğumuz yerden Evren’in sırlarını çözemeyiz. Evren’i anlama çabamız, çok sayıda akademik çalışmayı takip etmeyi, bunları özümsemeyi, üzerlerine kendi verilerimizi katmayı içerir. Bunun için belli bir eğitim almak ve akademik sürece yavaş yavaş dâhil olmak gerekir. Hiç kimse, bilimi oluşturan veri yığınının tamamına hâkim olacak kadar uzun bir ömre sahip değildir. Hatta kimi zaman bir sahada uzman olan kişiler bile, kendi alanlarındaki çalışmaların tamamını takip edemeyebilir veya takip edebiliyorsa da bu, bilimin oldukça niş bir alanıyla sınırlı kalır. Bu nedenle bilim insanlarının birbiriyle ve halka iletişim kurması, bilimin izolasyonunu önlemek açısından büyük öneme sahiptir. Isaac Newton, bunu şöyle anlatır:
Biz bilim insanları kumsalda çakıl taşları arayan çocuklar gibiyizdir. Eğer ben, arkadaşlarımdan biraz daha fazla, biraz daha renkli çakıl taşları toplayabildiysem bunun nedeni dizlerime kadar suya girmeye cesaret edebilmiş olmamdır.
Bilimde hatalar ve otoriteler
Bilimsel otorite konusu özellikle COVID-19 pandemisiyle birlikte yeniden gündeme geldi: Bilimde bir kişi, sırf belli bir otoriteye sahip diye özel bir konuma erişmiş değildir. Bilimsel otoriteler, siyasi veya bireysel nüfuzları oldukları için değil, o güne kadar kanıtın ve verinin peşinden giderek gerçekleri açığa çıkardıkları için “otorite” konumuna gelmiş kişilerdir. Gerçekler, otoriteler söylüyor diye gerçek olmaz; gerçekler gerçektir ve kendini “bilimsel otorite” olarak gören biri, meslektaşları ve halk arasında bu saygın unvanı korumak istiyorsa, gerçeklerin peşinden gitmeye devam etmek zorundadır. Bu bakımdan bilimde dogmalar yoktur, ama ispat yükü çok yoğundur. Yani kişi, iddiasını ispatlamakla yükümlüdür. Ayrıca o güne kadar biriken bilimsel verilerle ve bunlardan doğan teorilerle taban tabana zıt düşen biri, iddiasının olağanüstülüğü ölçüsünde kanıt toplamak zorundadır. Görebileceğiniz gibi bunlar, bir yandan gerçeğe ulaşma çabasını aktif olarak sürdürürken, diğer yandan kendimizi kandırma korkusunun bir sonucudur.
Tüm bunlara rağmen bilimde hatalara da yer vardır. Çünkü bilim, bizim bilmemizden ve anlamamızdan bağımsız olarak “gerçek” olan şeylerin tarifine ve izahına uğraşır. Duyu organlarımız kusursuz olmadığı, metotlarımız hatasız olmadığı ve insani zaaflarımız öyle veya böyle yola taş koyduğu için, bilimsel teoriler hiçbir zaman %100 isabetli olamazlar. Ancak alternatiflerine nazaran her zaman daha isabetlidirler ve daha önemlisi, alternatiflerine nazaran her zaman daha fazla rasyonel ve objektif olarak doğrulanabilir temellere dayanırlar. Bu bakımdan, bilimin geçmişte A derken şimdi B diyor olması, bilimin A dediği dönemde bilimsel metoda başvurmayan kişilerin güvenilir bir yöntem kullandıkları için A’nın doğru olmadığını bildikleri anlamına gelmemektedir (hatta çoğu durumda bu kişiler C derler ve o C de çoğu zaman tamamen hatalıdır). Bilim, kendi hatalarından dersler alarak, hatasız olmasa bile her seferinde daha az hatalı olacak biçimde gerçeğe ulaşmaya çalışır. Bu, kusursuz bir süreç değildir ve sürecin her basamağında eksikler/hatalar vardır. Saptadığımız gibi diğer bilgi türlerine göre farkı, bu kusurların farkında olmak, üzerlerini örtmemek ve onları dürüstçe düzeltmeye çalışmaktır. Carl Sagan, bunu şu şekilde ifade ediyor:
Johannes Kepler, kendisinin yaptığı son derece hassas gözlemlerin, uzun yıllardır beslediği inançları ile uyuşmadığını gördüğünde, rahatsız edici olan gerçekleri kabul etti. Zorlu gerçeği, en kıymetli hayallerine tercih etti. Bilimin kalbinde yatan budur.
Bilim, önemlidir!
Bilimin özellikleriyle ilgili daha birçok şey sayılabilir. Ancak herkesin hemfikir olabileceği yalın bir gerçek var: Bilim, önemlidir. Dünya genelindeki okullarda ortak paye olarak ebru sanatı veya Çince değil de her seviyede bilim öğretilmesi bundandır. Bilim, teknoloji ve tıp gibi uygulamaları mümkün kılarak hayatımızı iyileştirir, temel bilim araştırmaları sayesinde Evren’e dair sorularımıza cevaplar verir. Özetle, bir medeniyet olarak sahip olduğumuz her şeyi -bu yazıyı okuyabilmenizi, internette erişilebikecek şekilde yayınlayabilmeyi, hatta bu yazıyı okuyabilecek kadar uzun ve sağlıklı yaşamanızı – mümkün kılan bilim ve uygulamalarıdır.
İşte tam da bu nedenle bilimi halka aktarmak büyük bir sorumluluk ve zorunluluktur. Bilim insanları ağaçta yetişmez, gökten zembille de inmezler. Bilim insanları, halktan çıkan değerlerdir. Bu nedenle halkın bilimin ne kadar değerli ve önemli olduğunu görmesi, yöneticilerinden bilime değer vermelerini talep etmesi, kısaca daha fazla bilimin hayatlarına girmesini arzulaması gerekir – ve işte bu yüzden de bilim ve bilim anlatıcılığı, sadece belli bir ulusa, belli bir kimliğe, belli bir zümreye ait olamaz. Herkese ait olmalıdır; kapıları, bilimsel metodolojiyi takip etme yükü altına girmek isteyen herkese, din, dil, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim gibi yüzeysel farklara bakmaksızın, sonuna kadar açık olmalıdır. Bilimin bir toplumda daha fazla yer etmesinin, insanların daha bilimsel düşünmesinin, bilime erişimin daha özgür olmasının dezavantajlı olduğu bir durum hayal etmek zordur. Bu nedenle halkın bilime erişimi olabildiğince maksimize edilmeli ve bilimsel bir eğitim, olabildiğince genç yaştan başlamalıdır. Veya Eugene Clark’ın sözleriyle:
Halkın bilimi anlamasına engel olmak, kendimize verdiğimiz en büyük zarardır.