Önceki kısımda, Türkiye ve İsviçre’nin yayın sayıları üzerinden giderek, birebir aynı verinin farklı haberciler elinde ne kadar farklı şekillerde sunulabileceğini gördük. Ancak bilim haberciliğinde dikkat edilmesi gereken tek konu istatistikler değil.
Her şeyden önce iletişimde bir “canavar”ın varlığını kabul etmemiz gerekiyor: sosyal medya. Basılı haberciliğin kendince birçok problemi vardı, ancak sosyal medya herkesi haberci ve yorumcu konumuna getirerek bir anda veri akışı sahasını baştan yarattı – ve bu, faydadan çok zarar sağlayacak şekilde oldu. Artık haber kaynakları sadece birbirleriyle değil, habercilik konusunda en ufak bir bilgisi ve mesleğe en ufak bir saygısı olmayan kişilerle de rekabet etmek zorundalar. Zaten güvenilirliği pamuk ipliğine bağlı bir saha, bu denge değişimi dolayısıyla kökünden sarsıldı ve artık haberlerin isabetli olup olmadığı bir yana, gerçekliği bile belli olmayan içerikler sırf en önce yayınlamak amacıyla haber mecraları tarafından dolaşıma sokuluyor.
Bu sorunun çok sayıda çözüm yolu var, ancak maddi çıkarları öncelikli olmayan herkesin uyması gereken bir numaralı ilke, yavaş yayın/gazetecilik ilkeleri. Buna göre, öğrenilen veya duyulan bir şey hemen habere dönüştürülmemeli. Kaynaklar araştırılmalı ve sorgulanmalı. Şunu unutmayın: Özellikle de bilim yayıncılığında her şey hemen haber olmak zorunda değil. Doğru haber, hızlı haberden değerlidir!
Türkiye’de genel olarak haberciliğin, ama özellikle de bilim haberciliğinin en büyük sorunlarından biri, bağlam bilgisinin verilmiyor oluşu. Yani bilim insanlarının belli bir şeyi keşfetmesinden bahsediliyor ama, bu sahanın neden önemli olduğu, o keşfe giden yolda başka nelerin keşfedildiği, bu keşfin bilimsel bilgi birikimine neler kattığı, insanların neden buna ilgi duyması gerektiği gibi detaylar neredeyse hiç anlatılmıyor. Bunu okuyan okurların, bilimin vakumda üretilen bilgilerden ibaret olduğunu düşünmesi işten bile değil! Dolayısıyla bu serinin en başında gördüğümüz üzere, bilimin sadece “ne” sorusundan ibaret olmadığını, “neden” ve “nasıl” sorularına da cevap verdiğini hatırlayarak, bilim iletişimimizi buna göre şekillendirmemiz gerekiyor. Bu kolay bir iş değil, çünkü haberi yapanın da konuyu anlamasını gerektiriyor – ama zaten kaliteli bilim iletişimini sırf olan biteni verip geçmekten ayıran da gösterilen bu özen, araştırma güdüsü ve soru işaretlerini giderme merakı.
Bazen ipin ucu kolay kaçabiliyor: Yani bilim iletişimcileri, anlattıkları konuyu sırf ilgi çekici kılmak adına Google gibi araçlardan en olmayacak kaynakları bulup, onların gerçekçiliği düşük içeriklerini konuya yedirerek paylaşabiliyorlar. Burada iyi bir editörün payı devreye giriyor: Editörlerin işi sadece yazı toplamak değil, aynı zamanda o yazıların gazetede/sitede basılmaya değer olduğundan emin olmak olmalı. Bilim iletişiminde bunu yapabilecek bir editör, ancak ve ancak bilim anlatıcılığının tozunu yutmuş, bilimsel arenada olan biteni yorumlayabilecek kadar güçlü bir temele sahip kişilerle mümkün olacaktır. Bu nedenle gazetelerin bilim köşesi işletmesi hâlinde, yazarların ve habercilerin içeriğini kontrol edebilecek kadar konuya hâkim editörleri de ekiplerine katması elzemdir. Ancak bu sayede popülist referanslar yerine güvenilir ve uzman kaynakların kullanıldığı ve bilgilerin halka doğru aktarıldığı garanti edilebilir.
Son olarak, sadece “ne” anlatılacaksa bile, en azından verilerin doğru olduğu ve farklı kaynaklarla veya ölçümlerle örtüştüğünün kontrol edilmesi büyük öneme sahip. Çünkü eğer hikâyeyi inşa edeceğimiz veri seti hatalıysa, hikâyenin doğru sonuca varma ihtimali yok denecek kadar az – ve günümüzde veri uydurmak her şeyden kolay! Burada yine deneyim ve sahada olan bitenden (ve sahanın geçmişinden) az çok haberdar olmak önem arz ediyor.
Tüm bunlar bir araya geldiğinde, halka gerçek anlamıyla artı değer katan bir bilim iletişimi ortamı inşa edilebilir. Aksi takdirde yapılan, Batı’dan toplanan “şu oldu” veya “bu oldu” içeriklerini Türkçeye çevirip aktarmanın ötesine geçemez.