Türkiye’de “İsviçreli bilim adamı” olarak bilinen bir furya vardır (günümüzde yaygın olsa “İsviçreli bilim insanları” denirdi). Türkiye, bir bakıma bilim iletişimiyle “İsviçreli bilim adamları” sayesinde tanıştı.
Birçoğumuz 2000’lerden önce gazetelerin en arka sayfalarına sıkıştırılan “İsviçreli bilim adamları şunu buldu, bunu buldu…” diye yazılan haberleri okuyarak büyüdük. O “İsviçreli bilim adamları” az mı kanseri çözüm geliştirdiler, uzayda yaşam buldular, dertlerimize derman oldular…
Nedense çoğunlukla İsviçre’den olan bu “bilim adamları” ve onların yaptıklarını (veya en azından yaptıklarını düşündükleri, okuduklarından anladıkları şeyleri) adeta magazinsel bir ısrarla takip eden gazeteler, bizi bilim iletişimiyle tanıştıran en güçlü araç oldular.
Peki o “İsviçreli bilim adamlarına” ne oldu? Her şey gibi, onlar da dijitalleştiler! Artık bize dijital olarak ulaşan gazetelerin “bilim haberciliği” köşeleri şöyle haberlerle dolu:
- “Dün İsviçreli bilim adamları yeni varyantların ortaya çıkmaması için…”
- “‘İsviçreli bilim adamı’ ifadesi iki ülke arasında krize yol açtı…”
- “İsviçreli bilim insanları neden halktan toprağa iç çamaşırı gömmelerini istiyor?”
- “İsviçreli bilim insanlarının yaptığı araştırma, kafein tüketiminin…”
Bu örneklem, 2021 yılında Şubat-Eylül aralığında dijital olarak yayınlanmış gazetelerden alındı.
Bunu gören bir insan sorabilir: “Acaba İsviçre’de muazzam bir bilimsel çıktı mı var da sürekli bunlar bir şeyler buluyor?” diye… Oysa yayınlanan makale sayısı bakımından Türkiye ile İsviçre arasında pek bir fark yok. Örneğin 2014’teki bir örnekleme göre Türkiye’de 19 bin 753 makale, İsviçre’de 21 bin 372 makale yayınlanmış. Buna karşılık ABD’de 310 bin 206, Tayland’da 5 bin 190 makale yayınlanmış. Biri size sadece bu sayıları verse, “E Türkiye’nin de İsviçre’den aşağı kalır tarafı yok!” diyebilirsiniz. İşte haberi veren taraf olarak bilim habercisinin bilimsel dürüstlük rolü, haberi alan taraf olarak okurun bilimsel şüphecilik rolü de tam olarak burada başlıyor!
ABD, Türkiye, İsviçre ve Tayland gibi 4 ayrı ülke üzerinden ortak bir verilerle bir kıyas yapıldığı anda, sunduğumuz örneği etkileyebilecek faktörleri düşünmek gerekiyor. Bilim, vakumda yapılan bir iş değil: Bilim insanları tarafından icra ediliyor ve çok maliyetli olması bakımından çalışmalarına yeterli fon ayrılması gerekiyor. Bu dört ülke, nüfus ve ekonomik çıktı bakımından bambaşka niteliklere sahip… Dolayısıyla bilimsel çıktılarını etkileyebilecek bu faktörleri de değerlendirerek buna göre bir kıyas yapmamız gerekiyor.
Örneğin çok kalabalık bir ülkeden (mesela Çin’den) çok sayıda makale çıkması oldukça anlaşılır. Önemli olan, en azından daha iyi bir kıyaslama sağlayacak olan bir metrik kullanmak, mesela nüfusa göre kaç adet makale üretildiğine bakmak olacaktır. Bunu yaptığımızda, yani makale sayısını nüfus büyüklüğüne böldüğümüzde, yukarıdaki grafik birden şu şekilde değişmektedir:
Birdenbire işler değişti, değil mi? Ama bu kadarla da sınırlı değil. Çünkü maddi/ekonomik güç de bir ülkenin bilimsel çıktısını etkiliyor. Daha zengin bir ülkenin daha çok akademik yayın yapması beklendik bir durum. Örneğin 2014 yılında ABD’nin gayrisafi milli hasılası (GDP veya GSMH) 16 milyar dolar, Türkiye’ninki 788 milyon dolar, İsviçre’ninki 631 milyon dolar, Tayland’ınki ise 385 milyon dolardı. Yani ülkelerin maddi gücünün bir ölçütü olan GSMH’ye göre baktığımızda, eğer daha çok maddi gücü olanın daha çok yayın yapabileceğini düşünecek olursak, ABD’nin GSMH başına düşen makale oranı %1,91, Türkiye’ninki %2,51, İsviçre’ninki %3,39, Tayland’ınki %1,35 oluyor. İşte en baştaki grafiği ekonomik çıktıya oranlayınca, grafiğimiz bu defa şu şekli alıyor:
Bu defa fark o kadar da büyük değil gibi. Zaten göstermek istediğimiz de bu: Farklı metriklere göre normalize ettiğinizde yaptığınız kıyasın anlamı ve mesajı değişebilir. İşte bu yüzden bilimde söylemek istediğimizi gösteren grafikler/istatistikler kullanmak yerine, gerçekte olanı en iyi şekilde anlatacak grafikleri/istatistikleri kullanmaya çalışırız. Örneğin makale sayısını hem nüfusa hem ekonomik çıktıya göre normalize ettiğimizde, daha gerçekçi bir durum karşımıza çıkacaktır:
Tüm bunlar, ekonomiye veya kişi başına ele alındığında İsviçre’nin ne kadar çok makale ürettiğini ortaya koyuyor. Yani sadece makale sayısına bakmak Türkiye ile İsviçre’yi kafa kafaya gösterirken, İsviçre, kişi başına makale üretiminde 10 kat, ekonomik çıktı başına makale üretiminde ise 1,5 kat kadar daha önde.
Bunlara ek olarak, istatistiğin konusu olan nesnelerin eşdeğer olup olmadığı da sorgulanabilir: Örneğin Türkiye’de yayınlanan ortalama bir makale ile İsviçre’de yayınlanan ortalama bir makale aynı kalitede midir? Bunların atıf oranları nedir? Makale yazarlarının kendine atıf oranları ne düzeydedir; yani araştırmacılar gerçekten kaliteli makalelere atıf mı vermektedir, yoksa yapay yollarla atıf sayılarını şişirmek için kendi makalelerine atıf mı yapmaktadırlar?
Benzer şekilde, veri kaynaklarını da sorgulayabilirsiniz. Örneğin bu sayıları veriyoruz, ancak bu sayılar güvenilir mi? Muntazam ve önyargısız bir şekilde toplandı mı? Güvenilir bir kaynakta yayınlandı mı? Eğer arada aktaran bir taraf varsa, bu aktarımı dürüst bir şekilde yaptı mı? Tüm bunlar da sonucu etkileyebilecek faktörlerdir.
Görebileceğiniz gibi birazcık kurcalamaya başladığınızda, birden sayılar, olasılıklar ve açılar artıveriyor. Zaten bilim okuryazarlığının önemi de burada devreye giriyor. Bilim okuryazarlığı, bilimi ve bilimsel konuları sadece sevmekle yetinmeyip, profesyonel uzmanlık alanınız bilim olmamasına rağmen bilimsel metodolojiyi, gözlemleri ve teorileri anlayıp doğru yorumlayabilme yetisine verdiğimiz bir isim. Bunu yapabilmek içinse bilimsel metodu özümseyebilmek, bundan yola çıkarak ölçüm yöntemlerinden ve empirik yaklaşımdan haberdar olmak, temel düzeyde istatistiki bilgiye sahip olmak ve en azından fizik, kimya, biyoloji, ekoloji, jeoloji ve bilgisayar bilimleri alanlarında temel bir kavrayışa sahip olmak gerekmektedir. Dolayısıyla bilim haberciliğinde sadece haberi yapan tarafa değil, okuyan tarafa da önemli bir yük düşüyor.
“İsviçreli bilim adamları” konusunun bu kadar belirgin bir klişe hâline gelmiş olması da Türkiye’deki bilim okurlarının bir noktadan sonra doyuma ulaşan bu “uzmanlığa başvurma safsatasını” içgüdüsel olarak sezmesiyle açıklanabilir. Gazeteler işin gerçek anlamda önemini, yapılan bir çalışmanın detaylarını ve bu konuda karşılaşılan zorlukları, engelleri, araştırmanın kısıtlarını, vb. konuları anlatmak yerine sadece büyük manşetlere odaklandıkları için, okurlar da bir noktadan sonra haklı olarak bunu gerçekçi bulmamaya başlayacaklar ve bilim okuryazarlığı, en iyi ihtimalle bir “şakaya”, en kötü ihtimalleyse önemsenmeyen ve umursanmayan bir yeteneğe dönüşecektir. Dolayısıyla bilim iletişimcilerinin topluma karşı sorumluluğu, yalnızca onları doğru bilgilendirmek değil, aynı zamanda bir halkın geleceğini etkileyebilecek kadar önemli bir konu olan bilim iletişimine gerekli ağırlığı, önemi ve ciddiyeti vermektir. Birçok durumda, ciddi bir şekilde yapılmayacak bilim iletişimindense, hiç bilim iletişimi yapmamayı tercih etmek daha faydalı bir tutum olacaktır.